10 ay Grenoble’da yaşadım, şimdi biri gelse ve “Grenoble’a gidiyorum, neler yapayım?” diye sorsa onu 1 gün oyalayacak aktivite bile sıralayamam. Peki o 10 ayı nasıl geçirdim? Şimdi dönüp baktığımda oldukça dolu dolu ve eğlenceli geçtiğini hatırlıyorum. E o zaman ya bu işte bir şey var, ya da bu şehirde!
Lozan’a taşınmaya karar vermeden önce şehrin küçüklüğünden çekinmiş, daha önce küçük şehirde yaşama tecrübem Grenoble ile kısıtlı olduğundan burayla karşılaştırmıştım. Sonuç pek iç açıcı değildi: nüfus açısından bakarsak Lozan Grenoble’un yarısı kadardı! Ancak İsviçre’nin toplam nüfusunu düşündüğümüzde, ülkenin büyük şehirlerinden biri olduğundan “Ne kadar da kötü olabilir ki” diyerek gözümü kararttım (Yazar burada, büyük şehir insanı olduğunu açık ediyor). Neyse, konumuz Grenoble’a geri dönelim.
Dört tarafı dağlarla çevrili bu mini Grenoble’umuz, Fransa’da “Alplerin Başkenti” olarak geçiyor. Haliyle bu “Alplilik” mutfağa da yansımış. İlk gittiğimiz akşam Grenoble’un en yerel restoranlarından biri olarak geçen La Ferme à Dédé‘ye gidiyoruz. Menüde -artık epey aşina olduğumuz- çeşitli peynir yemekleri var. Raklet istiyoruz.

Raklet, fotoğrafta da gördüğünüz gibi peynir başrollü bir yemek. Masaya gelen aletle peynir sürekli olarak ısıtılıyor. Isıdıkça eriyen kısım tabaklara alınıp, masaya gelen haşlanmış patates, çiğ mantar, salata, et gibi ek malzemelerle hüpletiliyor.
Bu restoranla ilgili şöyle de bir anı var (ben anlatanların yalancısıyım): buraya gelen arkadaşlar salata siparişi veriyorlar. Gelen salatanın içinden salyangoz (ya da sümüklü böcek) çıkıyor. Bunu söylemek için garsonu çağırdıklarında garson hayvanı eliyle salatanın içinden alıp, “Ne güzel işte, organikliği kesin!” minvalinde bir cevap veriyor! Bizimkiler şokta.
Sadace 1 günümüz olduğundan akşam erken yatalım ki sabah erken kalkalım diyoruz. Kahvaltı için -bence- Grenoble’un en güzel kafelerinden olan Pain & Cie’ye gidiyoruz.

Kahvaltı bana Marakeş’teki kahvaltıları anımsatıyor. Alıştık artık diyerek götürüyoruz ama insan bir zeytin, peynir, domates üçlüsü de istiyor haliyle!
Kahvaltıdan sonra Grenoble’a gidenlere sorgu-sualsiz ilk tavsiye edeceğim aktiviteyi yapmak üzere yola koyuluyoruz: Bastille Tepesi! Zaten senede 600 bin ziyaretçiyle Grenoble’un en turistik yeriymiş kendisi.
Arabayla, yürüyerek ya da teleferikle çıkma seçenekleri var. Güzel bir havada yürüyerek çıkıp inmenin tadı ayrı, fiziksel kondisyon müsaitse hiç değilse teleferikle çıkıp yürüyerek inmeyi öneririm. Ne hava güzel, ne de fiziksel durum müsait; dolayısıyla teleferikle çıkıp teleferikle inmek için biletlerimizi alıyoruz. Gidiş-dönüş öğrenci bilet ücreti 5,8 €; tam 8 €.
Tepede harika bir manzara sizi bekliyor! Şansımıza hava sisli olduğundan biz koca koca dağları bile zor görüyoruz. Ama hava koşulundan bağımsız gidilmeli, dünyanın en eski şehir içi teleferiklerine binmek, değilse bile yakından görmek tecrübe edilmeli.
Günün geri kalanında, bir zamanlar okumaya Grenoble’a gelmiş, ama zamanının çoğunu Isère kenarında aylaklık yaparak geçirmiş Sait Faik’in izinde geçiriyor, nehir boyunca yürüyor, parklarda oturuyor, sokaklarda kuş besliyoruz.
Yorulduğumuzda ise, bence Grenoble’un “yapmadan dönme” maddelerinden biri olan (diğeri Bastille), 260 çeşitten fazla çay bulunduran Jardin du Thé‘ye (çeviri karşılığı: Çay Bahçesi 🙂 ) gidip dinleniyor ve susuzluk gideriyoruz.
Diyeceğim odur ki sevgili dostlar, yolunuz olur da bu şehre düşerse, kendinizi turistik oyunlara kaptırmayın, bol yürüyün, parklarda oturun, sonra da oturup bir çay için! Hatta yeterince özlediyseniz, dönüşte gar yolunda çiğköfteci bile görebilirsiniz! 🙂
*Grenoble’a Çiğköftem açılmış dostlar, yetişin!